İşte Ceyhun Canbazoğlu'nun 'Ya her birimiz Abdurrahman Dilipak isek?' başlıklı yazısı:

Baştan belirteyim. Bu yazı, taban tabana zıt görüşlerim ve yaşam pratiğim olan Abdurrahman Dilipak güzellemesi değildir. Keza en son “Fahişe ve LGBTi” konusundaki beyanları nedeniyle kendisini kınadığımı, tasvip etmediğimi de yinelerim. Bununla beraber yazının muhatabı parantezi içine aldıklarım, Dilipak haricindeki herkes…

Türkiye’de doğumum üzerinden geçen 50 yıl sonunda siyaset ile yapılan “kamusal alan iktidar” mücadelesinde -seçim için düşünme fırsatım dahi olmamış- militanlıktan istifa mektubumu sizlerle paylaşıyor olmamın nedeni (belki yazının sonuna kadar okuma zahmetine katlanırsınız) hatalarından arındırılmış; sevdiğimiz, özlediğimiz eski Türkiye’yi yeniden yaşayabilme fırsatımıza dair duyduğum umut…

AKP’yi iktidara taşıyan sürecin, II. Dünya Savaşı sonrası ABD-Rusya çıkar çatışması ekseninde oluştuğuna dair gereksiz bir hatırlatmayı detaylandırmadan, konuyu Dilipak “nefretimiz” üzerinden çözümlemenin, yazıyı daha anlaşılır kılacağını düşünüyorum. Uzun yıllardır, birçoğumuzun sinir uçlarına dokunabilen Abdurrahman Dilipak’tan neden nefret ediyoruz? (Onu karşıtı olduğumuz düşüncenin adeta tek metaforu kılarak).

Atatürk düşmanı, şeriatçı, bağnaz, gerici? Peki öyle mi?..

Bu yazıyı yazmaya, ara sıra konuk olduğum Sebastian Carlos’un Youtube kanalında 10 Aralık 2020 tarihinde yayınlanan, hak ettiği teveccühü görmemesine rağmen bence önemli röportajı izledikten sonra karar verdim. İzlemenizi öneririm. Keza Oray Eğin’in OdaTV’deki 16.12.2019 tarihli röportajını da okumanızı.

Dilipak, “İslamcı” ve “Müslümancı” olmadığını belirterek: “Müslümancılık da mikrofaşizm” diyebilen, özgeçmişine baktığınızda 70’li yılların başından itibaren gazetecilik, dergicilik, yayıncılık, köşe yazarlığı yapmış bir kişi. Oxford sözlüğü anlamıyla “düşünce sorunlarıyla ilgili” kişilere atfedilen bir “entelektüel”. Bu sıfatı tartışmasız hak etmesini sağlayan ise -yaptığım arşiv taramasında- AKP başta olmak üzere en sert eleştirileri kendi “mahallesi”nde de yapabilen, çok nadir isimlerden biri olması.

ABD'den Türkiye'ye 98.yıl mesajı
ABD'den Türkiye'ye 98.yıl mesajı
İçeriği Görüntüle

Kendi payıma Dilipak’a karşı duyduğum kızgınlığımın temelini Atatürk’e dair fikirleri oluşturuyor. Misal olarak sonuncusunu verecek olursam, Atatürk’ün İş Bankası hisselerini zimmetine geçirdiğine dair bir görüşü vardı. Atatürk’ün hayatını asker ve kısa süre ise politikacı olarak geçirdiği için edindiği mal varlığını açıklanamayacağını belirtmişti. Türkiye’de iyi kazandıran bir meslek haline gelmiş günümüz politikacılarına dair bir kelam etmediyse, benden aldığı bu eleştiriyi olgunlukla kabul edeceğini düşünüyorum.

Yazının başına dönecek olursak, Türkiye’de sağın 50’li yıllardan itibaren başlayan iktidar serüveni, ülkemize demokratik, ekonomik alanda telafisi imkansız zararlar vermiş olan darbelerle akamete uğramış olsa dahi, neredeyse halen kesintisiz ve daha da güçlenerek sürüyor. Sağ partilerin iktidarda kalmak için yaptıkları tahkimatın duvarlarını, -sanılanın aksine- kendi seçmeni değil; muhalifler, yani bizler örüyoruz. Nasıl mı?

“Şeriat” korkusu üzerinden polarize ve sonrasında mobilize edilen, şu an “etkin pişmanlığı” olan bir “Cumhuriyet Mitingleri” seyircisi olarak, sanırım aynı dönemde film izlemek için Kadıköy CKM’ye gittiğimde Atatürk fotoğraf sergisine uğramıştım. Başörtülü, 50’li yaşlarda bir hanımefendi gezerken, kendisine bir hemcinsi tarafından sözlü sataşma yapılmıştı: “Burada ne işin var?” diye. O gün, adeta geleceğimizi gördüm. Yani bugünü! Keza 90 ortalarında Güneydoğu’dan travmalı askerlik dönüşümde, hem esmer olmam hem de yüzümün güneşten kavrulmuş olması nedeniyle biri bana “Siz Kürtler” dediğinde ırkçılığın korkunçluğunu (teoriden sonra) ilk kez bireysel olarak deneyimlemiştim. Biz PKK ile Kürt’leri, dindarlarla din bezirganlarını ne yazık ki ayırmada başarılı değiliz. Çünkü fikir düzeyinde tartışma yapma becerimizi özellikle son on yıl içerisinde tamamen kaybettiğimizi düşünüyorum. Muhtelif birçok haklı neden/gerekçe ve aşırı profesyonel icra edilen toplumsal mühendisliğin bir sonucu olarak…

Dilipak’ın röportajını izledikten sonra ise yıllardır saygısızlık sınırını geçmeden de olsa kendisine sataşmalarımdan dolayı adeta bir çocuk gibi kendimden utandım. Kendisinden bu satırlarda özür dilemek de isterim. Daha da önemlisi, desteklediğim siyasi partinin (CHP) kamusal alan iktidarını ele geçirmek adına yeterli çabası olmadığı için iktidar olmasını istemediğim siyasi partiye dolaylı fayda sağlayan bir militan haline dönüştüğümü fark ettim. Nasıl mı?

Örneğimiz Dilipak olduğu için ona öykünmeye devam edeyim… Malum kavramsal düzeyde fikir beyanı okunmadığından, futbol fanatiği gibi isimler üzerinden gitmek alışkanlık oldu…

Dilipak’ın Twitter hesabında son zamanlarda en fazla eleştiri (dalga geçilmiş) başlıklar şunlar:

· Covid-19’un 5G ağları ile yayıldığı iddiası (ilgili altyapı henüz kurulmadığından) mümkün olmaması bir yana, bilim tarafından halen halk sağlığı tehdidi bağlamında ciddi şekilde araştırma konusu olan GSM ağları ve hatta ev içi WIFI radyasyon / kanser ilişkisiyle ilgili biraz makale okusak mı? (Scifientic Amerikan Dergisi — 5G Makalesi)

· Kenevir ile Bob Marley gif’leri ile dalga geçerken, özellikle bazı kanserler üzerinde etkili ve “kafa” yapmayan Kenevir Yağı konusunda da iki satır okusak mı? (American Cancer Society)
(Not: Akciğer kanserinden 2014 yılında kaybettiğim rahmetli babam için Hollanda’dan Türkiye’ye getirmek için uğraştım, sayısız makale okudum ve ancak babamın kullanmak istemediği alternatif ve etkili olduğu iddia edilen konu hakkında çok araştırma yaptım.)

· Covid-19 aşısı ve Bill Gates çipi: Abdurrahman Dilipak Sağlık Bakanı olmadığı için dilediğini düşünebilir…

· “Fahişe”, “LGBTi” hakareti. (Yargılanacak zaten).

· Şeriat’ı savunması…

İşte bu son maddede yer alan “kelime” Superman’nin güçlerini pasifize eden kriptonit ne ise bizim için de o! Üzerine uzmanlarınca ciltlerce kitap yazılabilir. Benim, ne öyle bir birikimim, ne de iddiam var. Ancak kendi adıma edecek iki kelamım var!

Kur’an-ı Kerim’i üç kez Türkçe baştan sona okudum. Yanıma büyük bir defter koyarak, notlar aldım. Amacım, İslam’ı tek cümleye indirgemekti. Çıkardığım sonuç, “Kul hakkından sakınmaktır” oldu. Ne kadar sosyalist de tınlıyor bir taraftan değil mi?

Sıralama ile indirgeyecek olursak; can (beden/ruh), zaman, evren, samanyolu galaksisi, gezegenler, dünya, hava, denizler, karalar, toprak üzerindeki her şey, her canlıya eşit verilmiş müşterek bir mülkiyet hakkıdır. Bu muhteşem müşterek mülkiyet hakkı (halen adil bölüşülemese dahi) zincirlime şekilde hak sahipleri arasında yükümlülük/sorumluluk vazifesi ve rolleri doğurur. Kur’an-ı Kerim’in indirildiği dönemdeki toplumsal sosyal yaşam-örgütlenme (kamu yönetimi) şartları ele alındığında, bireysel ve toplumsal bir yaşam pratiği önermesi (hukuk) de içerir. Toplumların gelişmesine paralel örgütlenme biçimlerine rağmen (devlet, demokrasi, hukuk vd.) halen cinayet, hırsızlık (her nevi mülkiyete tecavüz), yalancılık, ihtikar (siyasi, ekonomik, toplumsal, bireysel), açgözlülük ve bencillik konusunda kat edebildiğimiz mesafenin takdirini size bırakıyorum.

Daha yaşanır bir dünya için “şeriat” ile “komünizm” veya “kapitalizm” savunmanın kavramsal olarak bir farkı yoktur!

Bu nedenle bunu tek bir oy hakkı olan kişinin savunması ile faşizan bir şekilde iktidar gücüyle (Bkz. İran) toplumsal dayatılması farklıdır. Her iki durum için farklı tepkiler vermemiz gerekip gerekmediğinin düşünülmesini öneririm.

Arap ülkelerinden çok farklı bir İslam anlayışımız ve pratiğimiz olduğunu düşünüyorum. Son dönemlerde durum (belli kesimlerde siyasi saiklerle) farklılık arz etse dahi. Müslümanlığa geçişimiz öncesinde Orta Asya’da pagan olmamız, İslam’da yasaklanmış olmasına rağmen Evliya türbelerine dilek çaputu bağlanması başta olmak üzere birçok “dini kültür” ritüellerimizin diğer Müslüman ülkelerle farklılaşmasında en belirgin olanları. Birçok Müslüman ülke tarafından yeterince “İslami” bulunmamamıza dair muhtelif görüşlerin nedeni olarak “laikliği” değil, pagan adetlerimizi görürüm. Şeriat ile yönetilen ülkelerdeki İslam ile Türkiye’yi mukayese ettiğimde pratik açısından “mevzunun” özüne daha hakim olduğumuzu (uzman olmamama rağmen) sadece gözlem ile rahatlıkla iddia edebilirim. Bu nedenle inanç alanında Türkiye’deki hiçbir mezhepsel aşı (siyasi dahil) tutmaz…

Dolayısıyla kendi dini inancını dilediği yorumlama ile yaşayan kimseye edecek bir lafımız olamaz / olmamalı. Kamusal alan iktidarı için mücadele siyaset ile yapıldığından, hangi siyasi görüşü destekliyorsanız maddi, manevi desteğinizi verdiğinizde, yasal olarak örgütlendiğinizde talep baskısı oluşturduğunuzda (sadece twit atarak olmuyor) kendi payınıza düşen en büyük işi yapmış olursunuz. Değişimi bu sağlar. Sarkastik Twitter sataşmaları değil!

Keza, toplumsal sorunların açtığı derin yaraların iyileşmesi uzun zaman alıyor. Dünya tarihindeki hak mücadelelerine bakarsanız, insanoğlunun sabır konusunda ulaştıkları zirveleri büyük bir şaşkınlık, hayranlıkla alkışlayabilirsiniz. Ödedikleri bedelleri keza. (Bkz. Kurtuluş Savaşı’mız).

Dilipak’ın ve belki de milyonlarca kişinin “İstanbul Sözleşmesi”ni kendi zaviyesinden bu şekilde değerlendirmesinde “üslubuna” karşı yurttaş olarak karşı çıkmış biri olarak (başta da söylediğim gibi) fahişe, LGBTi beyanlarını şiddetle kınamış biri olduğumu yeniden vurgulamak isterim.

İnsan hakları şemsiyesi altında başta kadın, LGBTi, hayvan, çevre savunucularını da saygıyla selamlıyorum. Dini saikle söylemediğimi belirterek, şu an Türkiye’de tarafgir olduğu siyasi partinin politikaları olduğundan kadın, LGBTi cinayetlerine, hayvan hakları ihlallerine (kedi maması kaplarını tekmeleyen komşularına bile ses edemeyenler dahil), maden için ağaç katliamlarına, kodaman Derebeyleri tarafından dereleri uç kuruş para kazandırması için çalınmış HES suskunları inançlarının özü olan “kul hakkına” eylemsizlikleriyle de girdiklerinin farkındalar mı acaba?

Marjinal buldukları bu kesimlere bir de bu açıdan bakmalarında yarar görüyorum… Empati şu an toplumsal olarak en büyük yoksunluğumuz ve içine düştüğümüz siyasi, ekonomik, diplomatik feci durumun yegane nedenidir bana göre!

Yazı uzun, kimi zaman dağınık, muhtemelen daha iyisini bildiğiniz konulara değiniyor, farkındayım.

Sizin farkında olmanızı istirham ettiğim nokta ise, az ya da çok bildiğimiz/sandığımız konularda, önyargı veya peşin hükümlerimizde, yaşam pratiğimizdeki “öteki”ler üzerine yargılarımızda her birimiz “kavramsal” olarak Abdurrahman Dilipak olabilir miyiz?

Emin olmayın. Biraz düşünün derim…